20 Aralık 2018 Perşembe

ÖKSÜRÜK

Söylemek istediklerim var özgürce bağırmak istediklerim
Cennetten gelen ilahilerin kulağımdaki tınıları var , beni rahatlatan
İnsanlar var bir melek kadar masum , etrafımda pervane olan
Yerler var içerisinde ruhumuzu rahatlatan şelalelerin yükseklerden döküldüğü
Yiyecekler , içecekler , şarap var beni benden geçiren ,
Tanrının suretini bulabildiğim ipuçları var ellerimle hissedebildiğim.
Ölüm gerçekten buysa eğer ölmek için geç kalmış bir ben varım.

Sadece kafam iyiyken yazıyorum şeklinde düşünmeyesiniz diye yazdığım bu anlamsız ama uzatabildiğim kadar uzun cümlenin hecelerini okurken ,  sıkılmamanıza vesile olması için Ankara'dan getirtiğim tekel birasının şişesinin içindeki bu müthiş şerbetçi otu aromasındaki içecekten  bir tanede kendime açarak yudumladığım inanılmaz lezzet boğazlarımdan aşağıya doğru kayarken , sıkışan akciğerlerim , içerisindeki bütün pislikleri dışarıya bir volkan misali püskütmek istercesine acı bir gürültüyle hönkürdeyerek ve etrafına bir lav ifrazı gibi salyalar saçarak öksürmeme neden oldu.

13 Aralık 2018 Perşembe

ÖĞLEDEN SONRA

ÖĞLEDEN SONRA

       Daha önce çıktığım yolculuklardan farklı olarak sonbaharın gelmesiyle cama vuran yağmur damlaları sanki bir yarışa girmiş gibi geriye doğru koşuyorlardı. İleride ki durağa geldiğimizde otobüs nazik bir şekilde durdu. Yavaşça kafamı kaldırdım  , o sırada giriş kapısında ki kadın dikkatimi çekti. Çünkü otobüse binmeden çiçek kokulu parfümünün kokusu gelmişti burnuma. Eskiden  sevgilimin parfümünü boynundan  koklamayı ne kadar da severdim. Her kadının teninde farklı kokuyordu parfümler , çünkü her kadın kendinden , vücudundan bir şeyler ekliyordu ve bu yüzden onun ki bana   muhteşem bir haz veriyordu. Aşk nedir  diye tarif edecek olsaydım devamlı o kokuyu ciğerlerimde hissetmektir diyebilirdim. Otobüs duraktan ayrılırken binen kadın ayakta kalmak için gayret gösteriyordu. Gözleriyle yan koltuğumu kendine hedef olarak seçtiğini anladım ve biraz kendimi toparladım. Yalpalayarak yanıma oturdu. Rahatlamış bir şekilde iki eliyle saçlarını yana doğru açarak soğuktan kızarmış yanaklarını ortaya çıkardı. Bana dönerek:
           - Kusura bakmayın rahatsızlık verdim , dedi.
 Hiçbir şey söylemesem de olabilirdi ancak yine de cevap vermek istedim. '' Önemli değil hem zaten biraz daha oturamasaydınız düşecek gibiydiniz.'' 
          - Evet giden otobüslerde ayakta durmak konusunda pek başarılı değilim. Hem ayrıca yukarıdaki tutmaçları sanırım basketçiler için yapmışlar. Boyum yetişmiyor  , dedi içten bir gülümsemeyle. Şirin bir yüzü vardı , ufak tefek vücuduyla sanki bir çocuğu andırıyordu. Mavi gözlerinde gökyüzünün renklerini görebiliyordunuz. Yol boyunca hiçbir şey konuşmadan geçti. Bir ara adını sormak istedim ama bunun anlamsız olduğu geldi aklıma. Bir insan neden böyle kısacık bir yolculukta yanına oturan bir yabancıya adını sormak istesin ki  , hem neden hiç tanımadığınız birine adınızı söyleyesiniz ki. Yaşadığım semte geldiğinde otobüsten inmek için izin istedim. Kibarca ufak vücudunu yana doğru çevirdi ve bana yol verdi. Yanından geçerken mavi gözlerine baktım.'' İyi akşamlar '' dedim. ''Size de.''diye karşılık verdi.
         Otobüsten indiğim durakla evimin arası beş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi ve uzun bir cadde boyunca tek bir yönde ilerliyordunuz. Yol boyunca dizilmiş yaşlı çınar ağaçları insana bir tünelde yürüyormuş hissi veriyordu. Hele bu mevsimde dökülen yaprakların çıtırtıları size eşlik eder ve sanki ormanda bir patikada yürüyormuş gibi hissederdiniz. Yağmur yağmaya devam ederken geceyle gündüz arasındaki tatlı çekişme gecenin lehine sonuçlanmak üzereydi. İnsanlar genelde gecenin kazandığını görürlerdi. Aklıma onunla bütün gece seviştikten sonra yatakta uzanırken yavaşça ışığın o muhteşem varlığı aydınlatması geldi. Gece boyunca dokunarak , öperek ve koklayarak algılayabildiğim vücudunun görsel bir şölene dönüşmesiydi bu. Kıvrımları belirginleşmeye başladıkça  gözlerimi daha alamaz olmuştum. Teni yavaşça siyahtan kreme doğru dönerken orada  , yanında uzanıp onu seyrettim. Hayatımda izlediğim en iyi filmden bile daha güzeldi. Bu onunla son sevişmemiz oldu.
 Yanı başımdan geçen taksinin korna sesi daha fazla hüzünlenmeme müsaade etmedi. İrkildim ve kendimi yanda ki binanın bahçe duvarına doğru attım. Sonradan işgüzar taksicinin yanda dikilip sigara içen siyah pardösülü adama korna çaldığının farkına vardım. Adamın  yarım yamalak  ve çıplak ayakla giyilmiş ayakkabılarından sadece sigara içmek için orada olduğu fikrine kapıldım. Oradan uzaklaşırken çevremin tıpkı bir organizma gibi geliştiğini , değiştiğini görebiliyordum. Eskiden bu sokakta yürürken burnuma gelen kömür kokusu yerini eksos dumanına bırakmıştı. Bir on yıl sonrada belkide artık o kokuyu da duyamayacaktım. Güzel olabileceği kanısına vardım , nede olsa hergün bu duman ciğerlerimizi zehirliyordu. Soldaki bakkala girmek için dışarıdaki bira kasalarının arasından kıvrak hareketlerle  kapıya ulaştım. Bakkal sanki antik çağdan beri buradaymış gibi tozlu raflara sahipti ve herşey bir yerlere atılmış  , tıkıştırılmış gibiydi. İçeride en fazla iki müşterinin durmasına yetecek kadar alan vardı.Bütün yüzeyleri muhtelif gıdayla dolu bir küpün içindeymiş hissi veriyordu. Bu kadar ufak bir dükkanda nasıl bu kadar malzeme oluyordu hayretler içindeydim. Sanki 5 yıldızlı bir süpermarket gibi her isteğim bir kutudan  yada bir rafın en arkasından çıkıveriyordu. Bir keresinde zımba teli var mı diye sordum. Bakkal hiçbir şey demeden yanında duran ve üzerinde jiletlerin  , uhuların bulunduğu rafa elini uzatıp bu işini görür mü diye sormuştu. O günden sonra var mı? sorusunu  bakkala sormaktan vazgeçtim. Direk olarak istiyordum . O da bulup veriyordu. Ancak bu sefer sadece bir ekmek ve iki kutu bira alıp çıktım. Yağmur iyice azalmıştı. Artık ıslatmak yerine sadece giysilerinizi nemlendiriyordu. İki blok daha geçtikten sonra bahçe kapısında sarmaşıkların dolandığı siyah metal bir takı bulunan apartmandan içeri girdim. Sekiz basamaklı bir merdivenden çıkıp apartmanın ağır kapısını ittirdim. Bu kapı her seferinde daha ağırlaşıyormuş gibi geliyordu. Apartmandan girince hemen sağ taraftaki aslında beyaz olan ancak kirden krem rengine dönmüş kapıyı cebimden çıkardığım tek anahtarla açıp araladım. Bu ev eskiden dedemindi ve her girdiğimde anneannemle orada beni bekliyorlarmış gibi gelirdi. Dedemin beni Gogo diye seslenerek çağırdığını duyuyordum. Gogo , büyümüş bıkkın ve yalnız Gogo . O zamanın gözleri parlayan , yaşama sıkı sıkıya sarılı Gogo'su yitip gidenlerle , ölenlerle ve terkedenlerle çökmüştü. En kötüsü de terk edilmekti. İnsan bilirdi ki ölüm kaçınılmazdı ve ölen için belli bir zaman yas tutulurdu . Dönmesi için umut hiç yoktu ve yastan sonra hayat devam ederdi. Ama terk edilmek  berbattı. Onun yaşadığını bilirdiniz ve bir gün tekrar bir şansınız daha olabilir dönmesi için diye düşünürdünüz. Oysa bu hepsinden daha kahredici , hepsinden daha ağır bir yüktü. Acaba sorusunun kafatasınızın içinde kocaman bir yer kaplamasıydı.
           Elimdeki poşetleri mutfaktaki eski yemek masasının üzerine bıraktıktan sonra perdeleri kapatmak için cama doğru ilerledim. Dışarıda kararan havanın camda yarattığı yarı saydamlık ta karşımda ki adamın siluetini görmemek için hızla kafamı çevirdim. En son aynaya ne zaman bakmıştım hatırlamaya çalıştım .  Bir gün banyodan çıkıp vücudumu kurularken geçmiştim ayna karşısına son kez. Kafamı kaldırdığımda her zaman ki sakallarım beyazlamış kafamda ki bir iki tel saçıma bile ak düşmüş bendim. Ancak bir farklılık vardı , gözlerim parlamıyordu artık. Ölü bir kuşun gözleri gibi soluklaşmış ve sanki puslanmıştı. O gün evde ki bütün aynaları kapının önüne koymaya karar verdim. Dedemin odasındaki eski şifonyerin aynasını sökmek biraz zor olsada bir tornavida ve birazcık el maharetiyle yarım saatte yerinden çıkarmayı başarabilmiştim. Akşam üstü kapımı çalan zayıf ve çelimsiz kapıcımız aynaları neden attığıma anlam verememiş bir şekilde onları alıp alamayacağını sordu. Bir saniye bile tereddüt etmeden almasını söyledim. Aynalarla olan ayrılığım o gün başladı. Ben her zaman kendimi o günkü gibi hatırlıyordum artık , henüz içindeki gençliği yeni kaybetmiş ancak bunu kabullenemeyen ben olarak.
             Pencereden ayrılarak poşetin içinden kendime bir bira aldım ve salonun girişindeki televizyonun karşısında bulunan kanepeye uzandım. Bu eski kanepede dedem otururdu ve her gece televizyon dinlerdi. Dinlerdi diyorum çünkü dedemi diabete bağlı olarak gözlerini kaybettikten sonra bile televizyonu açar ve görmeyen gözlerle saatlerce televizyona bakardı. Beğenmediği program olduğunda elinden hiç bırakmadığı kumandasıyla televizyona sanki düelloda rakibine silahını doğrultmuş gibi yaparak kanalları değiştirirdi. O zaman onu izlerken çok eğlenirdim. Oysa o ıstırap içerisinde sadece acılarını unutmak için yapıyordu bunu , duyduğu sesler dikkatini dağıtıyor , bir anlıkta olsa acıları uzaklaşıyordu bedeninden. Bunu anlamam için tam otuz yıl geçmesi gerekti.
                   Televizyonun tozlanmış ekranında silikte olsa kendimi seçebildim. Bira kutusunu yandaki yuvarlak kahverengi üç bacaklı fiskos masasının üzerine koyup kalktım. Fişini yavaşca prizden çıkardığım televizyonu yandan iki elimle kavrayarak antreye  taşıdım. Daha sonrada apartman boşluğunun kimseyi geçerken engellemeyeceği bir köşesine götürüp bıraktım. İçeri geçerek kumandasını elime alacakken dedemin o kovboysu hali geldi aklıma. Bu bana yadigardı ve kumanda burada durmalıydı . Belki ileride bende onun gibi acılarımı unutmak için sağa sola ateş edebilirdim bununla.Kanepeye uzandığım sırada ellerim kumaşın üzerindeki kabartmaların arasında gezmeye başladı , çocukluğumda bu girintileri dünya üzerindeki kıtalara benzetirdim ve parmaklarımla tıpkı Macellan gibi çok uzak diyarlara seyahatler düzenlerdim. Uzakdoğu'da kaldığım birkaç yıl hariç gidebildiğim tek Avrupa seyahati yaklaşık 10 yıl önce katıldığım bir Almanya gezisi olmuştu. O gezinin bende bıraktığı yegane hatıra  Riperbahn'daki o muhteşem saçları olan orospuyla geçirdiğim inanılmaz gecenin sonunda ödediğim yaklaşık ikiyüz euroluk ücretin üzerine sabaha karşı çıktığım genelevden otele dönerken iki piç kurusu tarafından soyulmam olmuştu. Yabancı bir ülkede , yabancı bir şehirde beş parasız kalarak geçirdiğim iki gün boyunca  yediğim o iğrenç otel yemekleri de hatıramın tuzu biberi olarak hafızamda yer kaplıyordu.
                İkinci biramı açarken elime benim hüzünlü orospularım kitabını aldım ve radyoyu açtım  , ain't no body loves me better than you'nun akustik bir versiyonu çalarken arka fonda o geldi aklıma. Gerçektende birileri benden daha iyi sevebilir miydi seni diyemedim, o kapıdan küskün , kırılmış ve nefret dolu bir şekilde çıkıp giderken. Hayatta yaptığım hataların cezalarını her zaman yine bu hayatta çekmiş biri olarak tekrar kitaba daldım. Bu kitabı her okuyuşumda Thomas Mann'ın büyülü dağ'ınıda okuyacağım diyordum ancak bir türlü başlayamıyordum. Elimdeki 91 sayfayı neden hatırlamadığım kadar çok okuduğum açıkca belliydi  , Damiana'nın müthiş sadakati yüzündendi. Doksan yaşında bir adama ,  hala bir kadının aşkı için  sadık kalabilmesi gerçekten müthiş bir duygu olsa gerek diye içimden geçirdiğim sırada radyo'da Tears in heaven çalmaya başladı.
                Yorgunluk birasının sonuna doğru bacaklarımdan kollarıma oradan da göz kapaklarıma doğru yavaşça kaymaya başlamış , iki adet fil ,  sanki göz kapaklarıma oturmuş gibi gözlerimi açmak imkansız hale gelmişti. Elimin göbeğimden aşağıya kayıp yere doğru salındığını hissetmemle , sabah pencereden yüzüme vuran puslu sonbahar güneşinin beni rahatsız etmesi arasında geçen süreyi ancak saliselerle tarif edebilirdim. O sırada elim bir kanepede garip bir soğukluğa denk geldi ve metal kutu tıpkı bir keçi çanı gibi ses çıkarttı , yere düştüğü zaman benim için kalk zili çalmaya başlamıştı. Kanepeden ağır bir şekilde doğrulup yerdeki bira kutusunu aldım ve elimle ortasından ezerek mutfakta ki içine market poşetleri den koyduğum çöp kovasına attım. Saatim saat 8 i gösterdiği zaman geç kalmak için onbeş dakika gibi zamanım vardı ve keşke her şeyi böyle algılayabilseydim. Düşününce neden biz insan oğlunun bir alarmı yoktu ki bizi uyaran. Şöyle demeliydi sizi terk etmesine on hafta  yada ölümünüze beş gün kaldı. Oysa beni uyaran bir saatim olsaydı ona kesinlikle bunları yapamazdım.
                  Kollarındaki çıtçıtları yıkanmaktan pas tutmuş o  eski montu üzerime geçirdim ve kirli beyazımsı krem kapıyı çekerek sekiz basamaktan en son üçüne basmamak için atlayarak minibüse yetişme telaşıyla hızla sokağa fırladım. Yapmadığım kahvaltının vicdan azabıyla solda ki kısa sokağa dalarak elli metre ilerideki durakta bekleyen yolcuların arasına katıldım. Bugün gelen araç diğerlerine göre daha kalabalıktı, sonra anladık ki bir önce ki araç arıza yapmış ve yolcuların hepsi tek bir araçla yolculuğa çıkmak zorunda kalmıştı. Önde bekleyen şişman ve pardösüsü çamura bulanmış başörtülü teyze sanki kendini minibüse almayacaklarmış gibi tıpkı bir buz kıran  edasıyla bütün yolcuları kırarak minibüs kapısından içeri binerken bacaklarında ki yarım kadın çorabı gözüme ilişti. Yuvarlatılarak dizin altına kadar indirilmiş çoraplar , bu bacaklarını artık sadece yürümek için kullanıldığını işaret eden kadın çoraplarıydı . Ağırca minibüse binmeye çalışırken siyah başörtüsünün altından gözüken beyazlamış saçları ve yüzünde derin yarıklar oluşturmuş kırışıklıklarından yaklaşık 60 'li yaşlarında olmalı diye düşündüm. Sonunda tam kapının solunda  orta yaşlı bir adamla , bir üniversite öğrencisinin arasında sığabilecek kadar bir boşluk bulup minibüse binmeyi başarmıştım. Yanımdaki öğrencinin elinde tuttuğu T cetvelinden mühendislik fakültesine gittiği gibi bir çıkarımda bulundum  , bu cetvel abimin okulda kullandığının aynısıydı. Kullandığının demek bence yanlış olurdu , çünkü sadece göstermelik alırdı onu yanına . O her zaman bu tahta cetvele , iki adet üzerinde Vicfirth yazan bageti tercih etmişti. Sonunda da zaten istediğini olmayı başarabilmişti. Bilmediğimiz bir geleceğe gittiğimiz söylenir hep , ancak bence insan nereye gittiğini çok iyi bilir. Tıpkı benim gittiğim gibi  , isteyerek ve bilerek , bol dikenlide olsa bu yolda ilerlemiştim. Şimdi bu minibüste   olmayı da ben seçmiştim , çünkü o gece gözlerimi açtığım  hastanede bana nefretle bakışından sonra yaklaşık bir yıl boyunca  her yere yürüyerek gitmiştim. Sırf bu yüzden işe gidemez olmuş ,geçinebilmek için ikinci kez evimi satıp buraya yerleşmek zorunda kalmıştım. Kaosun damarlarımdan çıkması çok uzun zaman almış ve beni öylesine hırpalamıştı ki bazen ölseydim daha mı iyiydi diye düşünmeden edemiyordum. Yaşadığım her gün aslında ölmem gerekirdi diyordum  , doğrusu bunu yalnızca ben demiyordum.                                         
              Minibüste yer olmadığı için hiçbir durakta durmamıştı ve beni inmek istediğim durağa aslında olmam gerekenden on dakika daha erken getirmişti. Bu benim için tam bir kahve molası kadardı ve köşedeki şu yeni yeni türeyen amerikanvari kahvelerden birinden girip bir sürü adını bile yeni duyduğum kahve çeşitleri arasından bana tanıdık gelen bir tanesini sipariş ettim. Güzel kokan fakat sanki bir kormuş gibi dudaklarımı dahi yakan kahveden yudumlayarak dik yamaçtaki araç girişini engelleyen babaların hemen yanındaki merdivenlerden aşağıya inip dükkanın köhne girişini açtım. İçerisi her zaman bildiğim   sigara külü ve kağıt kokusuyla doluydu. Babamın çabaları sonucu öğrendiğim japon dili bugün hayatta kalabilmem için tek dayanağım olmuştu. Yıllarca babama bana bıraktığı bu saçma miras yüzünden  anlam veremesemde aslında  mirasıyla bugün beni kurtarmıştı. Yakalandığı Pankreas kanseri bedenini çökertirken birgün beni çağırdı yanına. Eğlenceden vakit bulduğum bir pazar öğlen saatinde isteği yerine gelsin diye oraya gittim. ''Gel yanıma otur. Gel hadi.'' dediğinde üzerinde o hasta kokusuyla  , kollarını zorla hareket ettirerek bana sarılmak için kaldırdı. Yatağının üzerine dikkatlice kapaklanarak bana sarılmasına müsaade ettim. Bu tıpkı bir çocuğun size sarılması gibi zayıftı. Onu kollarımla kavradım  , ellerim sırtında gezerken bütün kemiklerinden azrailin yakında geleceğini algılayabiliyordum. Ağlamak, gırtlağıma yutulamaz bir lokma olarak gelmişken kapının açılmasıyla duyduğum ses kurtarıcım olmuştu. ''Yemek''.
                Haşlanmış patates püresi ve sebze çorbasını ona zorla yedirmeye çalışırken , elimi tuttu.
              - Oğlum  , ben ölüyorum, sakın birşey söylemeden beni dinle. Siz benim soyumsunuz ve insanın soyu  , bir babanın soyu hayatta başaramadıklarını çocukları başarsın diye vardır. Abin çok uzaklarda ama sen bunu benim için yapabilirsin. Hayatım boyunca Japonya'yı merak ettim ben ama gidecek ne cesaretim oldu nede param. Benim için oraya git . Sana mantıksız gelebilir ama ben zaten hiçbir zaman mantıklı bir adam değildim. Bu sana vasiyetim.  Biliyorsun size bırakacak bir ev ve biraz paradan başka mirasım  yok .Bankada biraz dövizim var  , onlarla oraya gidersin. Kalanı da abinle bölüş, ev ikinizin   , orada annenin hatıraları var ancak ben gidince ne isterseniz onu yapın. Yavaşca gülerek ''nasılsa ben onun yanına gidiyorum'' dedi. O gırtlağımdaki yutulmaz lokma bütün ciğerlerimi parçalayarak aşağıya kaydı ve bu acı gözlerimden  akmaya başlamıştı.
            Onun isteğiyle ölümünden sonra Japonya'ya gittim. Ancak o ülke  , gelenleri kendine aşık olsun diye sanki bir büyü yapıyordu ,  aşık oluyordunuz ve bırakamıyordunuz bir daha. Benim bunu anlamam tam iki yılımı almıştı. Buraya geri döndüğümde iyi bir japoncam ve cebimde beni sadece iki ay kadar geçindirecek bir miktar param vardı. Babam öldükten sonra evi satmıştık ve avukat paranın yarısını Tokyo'ya yarısını da Londra'ya yollamıştı. Orada yaşadıklarım bir rüyaydı ve uçak tekerleklerini yere koyduğu anda ben bu rüyadan uyanmıştım. Gidecek yerim yoktu , ama arayacağım ve bana asla hayır diyemeyecek bir iki dostum vardı. Bir köşeye çekilip telefon rehberinde isimlerin arasında bulup aradığım numara iki kere çaldı ve açıldı.'' Bro ben geldim.'' dedikten sonra yaklaşık üç ay Murat'la aynı evi paylaştık. Şişli'deki japon konsolosluğu yakınlarında camları yer hizasında zemin kat bir büro bulup, japonca çevirmenlik ve rehberlik hizmetleri vermeye başlayınca,  büronun arkasındaki küçük odayı yatak odasına dönüştürdüm. Gerçi gecelerim genelde arkadaşlarımın evlerinde içerken sızarak sonlansada yine artık gidecek bir odam vardı. Bir kızla sevişebileceğim bir oda. Pek temiz olmasa da benimle orada sevişen hiçbir kız bundan şikayet etmemişti. Hatta çoğu zaman ben kızların dağınıklığından rahatsız olup sabahleyin onlar yatakta çırılçıplak uzanırken odayı toplamıştım. Sağa sola fırlatılmış iç çamaşırlarını , kıyafetlerini katlayıp kenarda duran yıpranmış kadife kaplı yeşil koltuğun üzerine koyuyordum. Bürodaki tek sorun banyo yapacak yerin olmamasıydı. Ancak bunuda sokağın en alt ucundaki eski türk hamamıyla çözümlemiştim ve iki akşamda bir oraya gidip o sıcak taşın üzerinde bir saat kadar kemiklerimi ısıtıyor , bütün günün pisliğinin üzerimden eriyip aktığını hissediyordum.
                  Orada geçirdiğim ikinci  aralık ayında bir sabah saat on sıralarında tam kahvemi yudumlarken  kapı aralandı ve üzerinde dar kırmızı bir anarok mont ve başında haki rengi bir fransız beresiyle içeriye giren bayan müsait olup olmadığımı sordu. Buyur edip elimle koltuğu işaret ettim. Yavaşça içeriye süzülüp otururken gözlerinin  kahve fincanıma takıldığını fark etmiştim. Bunun üzerine bir fincan kahve isteyip istemediğini sordum.
                    - Teşekkürler  , tabii ki içerim dışarıda ki hava gerçekten çok soğuk ve içimin ısınması için iyi bir secenek, üstelik  kokusu müthiş geldi dedi . O kadar düzgün ve akıcı konuşmuştu ki   , bir an  acaba bunları bana bir metinden mi okuyordu şüphesiyle ellerine baktım . Kahvesini hazırladım ve süt ister misiniz diye cümleye girdim. Hafifçe beresini çıkarıp evet der gibi başını salladı.
                      - Buyrun , nasıl yardımcı olabilirim size? dedim kahveyi önündeki sehpanın üstündeki yuvarlak bardak altlığına oturturken. '' Ben İstanbul Üniversitesinde felsefe bölümünde doktora yapıyorum ve bir iki tane japonca litaratürün çevirisini bulamıyorum. Başka dilde bile çevrilmemiş. Bu konuda yardımınız olabilir mi? ''Literatürleri görmeliyim çünkü mesleki terimleri anlamayabilirim. Ancak elimden geleni yaparım. '' Elini çantasına attı ve içinden ortadan katlanmış bir plastik dosya çıkardı. Yaklaşık kırk elli sayfalık mavi kapaklı bir dosyaydı bu. ''Buradalar  , birer kopyasını yanıma almıştım   , bir şey daha soracağım ücretiniz ne olacak? Çünkü çok fazla param yok . Bütçem biraz kısıtlı.'' Kafamı kaldırıp , uzun dalgalı kahverengi saçlarını geriye doğru salladığı sırada neşe dolu dolgun yanaklarını gördüm .'' Ben bunları inceleyeyim. Eğer çevirilerini yapabileceksem o zaman size fiyat veririm. Ama merak etmeyin en minimumda tutarım. Bana bu kağıda isminizi ve telefonunuzu yazarsanız, size ulaşabilirim. '' İnce, nazik parmaklara ve sadece parlatıcı sürülmüş tırnaklara sahip kusursuz elleriyle '' Özge Tunay '' yazdı.
                       
                         Bu akşam sokaklar sakinleşmiş , gelen giden iyice azalmıştı  ve hemen köşede istifini hiç bozmadan uyuyan siyah köpek eminim bundan çok mutlu olmuştu. Büroyu kapayıp onun yanından geçerken kulağındaki yeşil renkli belediye küpesine takıldım. İnsanlarında böyle küpelenmesi lazımdı , örneğin iyi insanlara beyaz , suçlulara kırmızı , acizlere yeşil , benim gibi lekelilere siyah küpe takılmalı diye aklımdan geçirdim. Böylece herkes kulağınıza bakınca sizin ne bok olduğunuzu anlayacaklardı. Siz sizinle kalacaktınız , yaşarken parmaklıksız bir hapishaneye girecektiniz ve hiçbir avukat sizi buradan kurtaramayacaktı. Bu gezegen tümüyle sizin hapishaneniz haline gelecek ve nereye giderseniz gidin o karanlık  , nemli ve tiksindirici hava etrafınızda kabuklaşacaktı. Tam elli metre ileride ana caddenin sonunda ki yeni açılan tabldotcunun kapısını aralarken bu düşünceler bir anda uçuverdi  ve zihnim midemin yolladığı acıktım çığlığına kulak kabarttı.
                        Lokanta yaklaşık bir ay önce açılmıştı ve sahibi hani şu eski filimlerde gördüğümüz palabıyıklı babacan tavırlı adamlara benzeyen  kısa boylu sevimli bir ihtiyardı. Çok ihtiyacı olmasa da sadece kızı ve damadı için açtığı lokantada aşçılık yapıyor , kızı ve damadı ise garsonluk  , kasiyerlik işleriyle ilgileniyordu. Her halinden titiz olduğu belli bir kadındı , o kadar titizdi ki temiz tabakları tezgahın yanındaki tabldot sehpasına dizerken tek tek gözden geçiriyor , bütün kaşık ve çatalları kontrol edip lekelileri kirliye alıyordu. Bu lokanta sayesinde akşamları boğazımdan sıcak yemek girmeye başlamıştı. Daha önceleri ya ekmek arası bir şeyler atardım yada eve gidince hızlıca iki yumurta kırıp akşamı geçiştirirdim. Bu akşam  bulgur pilavı ve yanında bir tabak sebzeli türlü siparişi verdim ,biraz da yoğurt söyledim. Her zaman çabuk çabuk yemek gibi bir adetim olmuştu. Hatta bir gün onunla yemekteyken bu huyumdan nefret ettiğini söyledi . ''seni yakalamak için bende umarsızca yiyorum ve baksana kilo almaya başladım . Şişman bir kadın olursam bütün suçlu sensin. ''. Gerçektende bütün suçlu bendim ve bu akşam sırf vicdanımı rahatlatmak için bu yemeği yavaş yemeye karar verdim. Lokmaları ağzımda dilimle bir iki tur attırıyor , damağımın altında eziyor sanki rakibini yormaya çalışan bir güreşci gibi lokmalarla oyun oynuyordum. Yemeğimin yarısına geldiğimde iyice soğumuştu ve biraz fazla uzattığımı düşünerek iki kere çiğne  , bir kere damakta ez ve direk mideye taktiğiyle kısa sürede tabağımı temizledim. Yan tarafta garip bir şekilde bana bakan yoğurdu fark etmemle bitirmem arasında geçen süreye an bile demek imkansızdı. Hızla kalkıp kasaya ilerledim. Sabah tek tek sıraya dizdiğim bozuk paraları harcamaya niyetliydim bugün , çünkü artık kavanozu tamamen doldurmuşlardı . Artık sadece kütlesel bir değeri değil , maddi bir değerleri de vardı ve ben uzun zamandır bekliyordum. Tam tamına 102 lira 35 kuruştu  ,yemeği ödeyecek ,ayak üstü ileride ki irish pubda bana iki bira içmeye yetecek ve yol paramı karşılayacak kadardı. Lokantadan  25 lirasını arkada bırakarak çıktım ve sol taraftan ilerleyerek ta ki yeşil çerçeveleri ve  amblemini bir harpten alan siyah biranın ismi yazılı çıngıraklı kapısı olan binaya kadar koştururcasına hızla yürüyerek  , kapıdan  içeri girdim. Bir anda o klasik ahşap kokusu ve arka fonda çalan hafif kelt müziği genzimi ve kulaklarımı doldurdu. Üzerine Celtic forması giyen  ve siyah küpesi görülsün diye devamlı olarak saçlarını at kuyruğu yapan barmenin yanına ilerledim.
                 -Her zamankinden mi diye sordu. Hafifçe kafamı salladım. Önüme gelen bardağı yudumlarken o kremamsı köpüğün beş gündür kesmediğim bıyıklarıma bulaştığını fark ettim. Dilimin sol dudak kavisimden yukarıya doğru bir kepçe edasıyla bütün üst dudağımı silerek sağ dudak kavisimde kaybolmasına kadar algıladığım lezzet beni hep etkilemişti. Zaten bu birayı sevme nedenlerimden biride bu lezzetti. '' Adamım naber?'' diyerek  , elini omzuma atması bir olmuştu. ''Hay Allah sen miydin . Sen genelde Kadıköy'e takılmıyormusun?'' Çirkin kalın çerçeveleri olan bir gözlüğün ardındaki iki yeşil göz bana bakarken , '' Baktım sen gelmiyorsun  , ben geleyim dedim. Fena mı oldu dağıtırız biraz.''
                    Dağıtırız biraz mı? Dağıtmanın adabını kaçırmış biri olarak nasıl olacak bu merak etmeye başladım. Biraz ,ama neye göre biraz , Bu geceyi mi dağıtıyoruz , yoksa bir gecede bütün bir yaşamımız mı dağılıyor. Ben hepsini becerebilmiş , birazla bokunu çıkarmak arasındaki farkı asla bilememiş  biri olarak '' Çok keyfim yok bugün .'' dedim. ''Hadi ama , kaç yıldır kaldırmadın bu kara perdeyi , geçen gün Murat'la konuştum , onunla da görüşmüyormuşsun  , adam gibi telefon bile etmiyorsun. Bu akşam onuda çağırdım  , gelecek  , tıpkı eski günlerde ki gidip biraz eğlenelim.'' Nasıl kırabilirdim lise arkadaşımı , yıllarım onunla beraber geçti  , gençliğim  , hemen her zaman yanımdaydı , hele düğünümde Murat'la beraber en çok onlar koşturmuştu. 94 yılında beraber gittiğimiz Gun's and Roses konserinden sonra aldığımız iki adet gül ve silah kolyesi geldi aklıma. Ne kadar havalı şeylerdi , sanki bütün kızlar onu görünce üzerime atlayacaklarmış gibi geldiği için kolyeyi beyaz atletimden içeri hiçbir zaman sokmamıştım. Ne üzerime atlayan bir kız bildim , ne de kolyede başka bir keramet. Ancak kızların üzerime atlaması için sadece onların ruhlarına dokunulması gerektiğini öğrenmem üniversitenin ortalarını buldu. '' Tamam , olur seninle inatlaşanda kabahat zaten.'' dedim ve Okan barmene dönüp ver bakalım iki fıçı diye bağırdı. Yaklaşık bir saat sonra çıngırak öttüğünde bar kapısında beliren Murat üzerinde ki motorcu montunun önünü açıp yanımıza geldi. Okan ve ben henüz üçüncü biralarımızı daha yeni yudumluyorduk. Gelip beni sıkıca sardı , o sarılmada beni ne kadar özlediğini hissettim ki seni çok seviyorum diyecek kadar yumuşak , bana güven diyecek kadar sıkı , sıcak bir sarılmaydı.
                     -Tam bir şerefsizsin , kaç ay oldu biliyormusun? Banu sana selam söyledi . Eğer bu hafta Melis'in doğumgününe gelmezse bi daha hiç gelmesin dedi.
                    - Mecbur geleceğiz Bro. Gogo amcası yeğenini hiç üzmez , üstelik yüzbaşının emri nede olsa.
                    Yüzbaşı deyince hepimiz kahkahayı basmıştık çünkü Banu gerçekten bizim ekibin yüzbaşısı olmuştu. Murat'la çıkarlarken bir ara toplanıp paintball oynamaya gitmiştik ve üçümüz sahaya girip oyun başlayana kadar Banu'ya dikkatli olmasını , onu koruyacağımızı  , rakiplerden saklanması gerektiğini söylemiştik . Düdük çalıp oyun başladığında karşı rakiplerin uzun zamandır bu oyunu oynadıklarını anlamamıza saçma salak her yere ateş ederek daha oyunun başında bütün mermilerimizi harcadıktan sonra keklik gibi avlanmamız neden olmuştu. Ancak Banu siperlerden atlayarak , çukurlarda sürünerek ,  kalan bir iki tane mermisiyle  karşı koyarak , boyu yetmediği halde bayrak direğine kadar gelmiş   , bana tıpkı Platoon'daki Elias'ı andırır şekilde korkusuzca bayrağı alırken son anda vurulmuştu. Biz korkudan kafamızı kaldıramazken onun bu cesaretini yüzbaşı rütbesiyle onurlandırdık ve o günden sonra takım liderimiz o olmuştu. O gün anladım ki cesaret ne beden isterdi , ne cinsiyet isterdi. Düşündüm ki bir kadın vücudunda farklı bir canlıyı yaratarak risklerin en büyüğünü alıyor ve Golyatın karşısındaki Davut'tan daha cesur davranıyordu.
                         Üç eski arkadaş eski bir rock bara giderek o akşamın tadını çıkarmaya çalıştık. Ben ve kederim eski bir rock barda fonda With or Without you çalarken oturduk ve ben kederime bir bardak bira ısmarladım . Hiç bir duygum bana bu kadar sadık olmamıştı , kederim ne beni terk etmiş  , ne de başka duyguları özlüyorum diye beni kıskanmıştı , tıpkı Damiana  gibi. O sadece benim kederimdi ve benimle beraber ölecekti. Bir ara gözüm diğer ikisine takıldı . Okan iyice sarhoş bir vaziyette sağda solda ki genç  , taze rockerlara müzik tarihi dersi verirken  , Murat tıpkı bir bekçi köpeği  edasıyla onu ve beni kolluyor , kanatları arasına alıyordu.  O gece beni niye kollamadı diye ona bağırmak geldi içimden  ,  niye izin verdi diye düşündüm. Ancak gerçek şu ki bu bataklık beni içine çekerken bana bir dal uzatanlar bu ikili olmuştu. Kaç kere bu dünyayı terk etmeyi düşündüm hiç hatırlamıyorum. Ancak olmayan cesaretim ve belki bir gün dönecek umudu bunu yapmam engel olmuştu. Umut öyle bir şeydi ki gelir diye beklerken ölmeyi bile unutabiliyordunuz. .
                   
                 Sabah yine saat 8 de çalan alarm iyice sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Bir kere erteledim ancak beş dakika sonra ısrarla tekrar çalmaya başladı . Geceden kalma üstümle yatmıştım . Üzerimde leş alkol ve sigara kokusu beni kendimden tiksindiyordu. Sallanarak banyoya ilerledim  , üzerimdeki herşeyi çıkararak duşun altına doğru girip  , dayanabildiğim en sıcak suya ayarlayarak duşumu aldım. Su o kadar sıcaktı ki bütün banyoyu yoğun bir buhar kaplamış , fayanslarda yoğunlaşan su damlacıkları yavaşca aşağıya kayıyor adeta su sonsuz bir dolanım içine girmiş düştüğü yerden tekrar doğarak yükseliyor sonra yeniden düşen damlalara dönüyordu. O yoğunluktan çıktığım zaman sert , soğuk ev havası hemen beni kapıda karşıladı. Hızlıca üzerimi giyinerek  , kapıdan çıktım ve herzaman ki gibi son üç basamağı es geçtim. Neredeyse hiç değişmeyen dolmuş sırasına sessiz bir günaydınla katıldım . Beynim boşalmış gibi durak duvarındaki bir ruj firmasının reklamındaki büyük kırmızı dudaklara bakarken burnum bana tanıdık gelen bir kokuyu içine çekti. Kafamı çevirdim ve iki arkamda geçen günler yanıma oturan şirin yanaklı ufak tefek bayanı gördüm. Beni görünce hafifçe tebessüm edişinden beni hatırladığı kanısına vararak  , sıcak bir karşılık verdim. Bu bile bugünümün iyi geçmesi için yeterli bir sebep olabilirdi. Soğuk bir sonbahar sabahında verilen sıcak bir tebessümden daha iyi  ne olabilirdi ki insanın kendini mutlu hissetmesine sebep olan. Minibüsün basamaklarını çıkarken boş olduğunu gördüğüm arka sağ köşeyi gözüme kestirdim. Otururken tam ensemde hissettiğim o çiçek kokusuda yanımda belirdi. ''Günaydın '' derken bembeyaz dişleri ve dişleri arasından ışıldıyordu. '' Günaydın , nasılsınız?'' diye karşılık verdim.
                  -Teşekkürler , iyiyim. Bu sabah  otobüse binmek istemedim  , henüz yeni yeni keşfediyorum burayı.
                            - Keşfedilecek pek de birşey yok aslında bir otobüs durağı ve bir minibüs durağı , genelde aynı yüzler. Devinim yapıyoruz hayatı , dedim. Dişleri daha bir belirginleşti ve gülmeye başladı . ''Sanırım bundan sonra bende bu devinime dahil olacağım. Bu arada adım İrem.''
                            - Benim adımda Gökhan ama herkes Gogo der. diye karşılık verdim elimi ona doğru uzatırken. Bütün yol boyunca Gogo'nun hikayesini anlattım ve o beni can kulağıyla dinledi. İneceği durağa gelmek üzere olduğumuzu yavaşça toparlanmaya başlamasından anladım ve durağa geldiğimizde doğrulup kapıya süzüldü. İnerken görüşürüz diyerek seslendim , saçlarını öteye savurup sadece bütün gün boyunca aklımdan hiç çıkmayacak biçimde gülümsedi. Ne kadar uzun zamandır ilk kez ruhuma bir ilkbahar esintisi gelmiş , içimi ısıtıyordu. Ogün bütün karabasanlarım beni terk edip  , beynimin ücra köşelerinde istirahate çekildiler. Keşke onları oraya kilitleyebilseydim  de hiçbir zaman geri gelemeseydiler.
                   Özge Tunay mavi dosyasını bırakali  üç gün olmustu ve mavi dosya masanın üzerinden bana bakarken telefonu çevirdim ancak cevap veren olmadı. Akşam üstüne doğru kapımda beliren gölge içeri süzülerek '' Kusura bakmayın , bugün bir seminere katıldım o yüzden telefonu açamadım. Zaten yanınıza uğramak istiyordum. Aramanız gelmem için vesile oldu '' dedi.'' Çok iyi olmuş  , ben çevirilerinize başlayacağımı bildirmek için aradım sizi aralarda gözüme çarpan bir iki kelimenin anlamlı bir karşılığını bulamadım. Sanırım bunlar mesleki  , size onlara da göstermiş olurum. Bu arada bu çevirileri size yüz elliye yapacağım.'' Sıcak bir teşekkürden sonra kağıtlar üzerine karalanmış kelimeleri aramaya başladık  . Saatler bir biri ardına giderken   , kahve ve sigara bize arkadaş olmuşlardı. Arada göz göze geliyor , birbirimizi tanımak için daha derinlere inmeye çalışıyorduk. Karnın acıktı mı?. Sanki bunu bekliyormuş gibi hem de nasıl dedi. Ne yemek istediğini sorduktan sonra giyinip aldığım cevabın karşılığında en yakındaki pideciye doğru yola koyulduk. Yerler rutubetli , insanlar kasvetli  , yaşam gri rengine çalarken, portrenin üzerindeki gün sarısı gibi yanımda yürüyordu. İçeri girip en köşedeki sıcak ve sessiz masaya çöreklendik. Yol boyunca yaşam üzerine , kendi üzerimize olan sohbetimize devam ettik. Kim olduğumuz , neden burada olduğumuz hakkında hayatlarımızı özetleyen bir konuşmaydı süren. Yaşadıklarımızın belgesi anılardan  oluşan geçmiş bitmiş ve yaşanmıştır. Yaşamın bize sunduğu en güzel hediye gelecektir , gelecek bir dizinin sonunu heyecanla bekler gibi göz açıp kapayana kadar geçer ve geçmişin bir parçası olur. Anılar hafızalarda savrulurken hatırlayabildiğiniz mutlu anlar , mutsuzlardan fazla ise güzel bir hayat size bahşedilmiştir. Anladım ki Özge sanki hayatında hiç bir fırtına görmemiş bir sandal misali sadece durgun göllerde yol almış , derin denizlerin ve bitmeyen fırtınaların şiddetiyle yüzleşmemiş , darbelerini göğüslememişti. Masumiyeti yüzüne işlemiş , yazarın henüz yazmaya başladığı bir kitap gibi sade bir başlangıcı olan sayfalardan oluşuyordu. Yemek bittikten sonra hızlı adımlarla tekrar büronun yolunu tuttuk ve tekrar sayfaların arasına daldık. Saatler saatleri izlerken  gece yarısının geldiğini anlamamızı telefonun keskin sesle çalması sağlamıştı. Bir panik havasıyla çantasının en ücra yerlerine salladığı telefonu bulmak için adeta bir savaş vermişti ancak telefonu bulup çıkardığı anda bütün ses kesilmişti. Aranan numaralara bakarken gördüğü saat yada arayan kişi moralini bozmuş olsa ki o güzel gülümsemesi yerini endişeli çizgilere bırakmıştı.
                     - Gitmeliyim , çok geç oldu . Kusura bakma seni de bu saate kadar meşgül ettim. dedi ve telaşla üzerini giyerek hızlıca o bilmediğim meçhul numaranın aradığı yere doğru uzaklaştı. Arkada ki yatağa uzandığım zaman bütün gece gözümü kırpmadan onu düşündüm. Bir arkadaşımın dayısının yaptığı içimi tıpkı bir kadife kıvamında olan şaraptan koyduğum   bira bardağını ağzıma götürürken aklımda tek bir soru vardı; bir daha ne zaman buluşacaktık ve o yalnız mıydı?
                 Sabah kalktığımda komidinin üzerinde duran bira bardağının kulbu sanki yerde ki yarısı içilmiş beş kiloluk şarap bidonunu işaret edermiş gibi bana bakıyor , susuzluk ve baş ağrısı ise kafamın içerisinde lodos etkisi yaratıyordu. Zorla ayağa kalkıp tuvalete ilerledim ve lavabodaki eski model musluğa ağzımı dayayıp içebildiğim kadar su içtim. Hızla giyinip kapıdan çıkmamla kendimi japon konsolosluğunun önünde bulmam bir olmuştu. Bugün öğleden sonra gelecek bir iki japon işadamına rehberlik yapacak ve İstanbul'un en güzel yerlerini gezdirecektim. Son olarak gece kapanışta onlara bir fasıl gecesi yaşatmam için buradaki işverenim yüklü bir ödeme yapmıştı. Konsolosluğun kapısı açılırken içeriden biri uzun saçlı kırk kırkbeş yaşlarında , biride hafif toplu ve kel kafalı ancak daha genç gözüken iki japon belirdi. Mr. Horuguchi diye seslenince ikisininde gözlerinin bir anda bana doğru çevirilmesiyle beklediğim misafirlerin onlar olduğunu anladım. Sonradan ilk adının Takashi olduğunu öğrendiğim Mr Horuguchi ve yardımcısı genç Masanobu Sontuku'yu İstanbul'un eski surlarının içerisinde akşama kadar gezdirdikten sonra galata pera metrosuyla yukarıya çıkarak daha önceden yer ayırttığım nevizade'ye doğru istiklal caddesinde yol almaya başladık. Bara oturduktan sonra içmeye başladığımız yetmişlik rakının etkisiyle geçirdiğimiz neşeli akşamda , bugünkü yerlerden, yemeklerden ve benim Kootoo hastanesi yakınındaki öğrenci pansiyonunda geçirdiğim iki yıllık Tokyo maceralarımdan  bahsettik. Saatler biri gösterdiğinde bindiğimiz takside uyuklayan Masanobu'nun soluğuyla buhar tutan pencerenin ardındaki şehrin daha uyumadığı görülüyordu. Onları Beşiktaş'taki otelin lobisine kadar teslim etmek için ödediğim 17 liranın üzerine bir o kadarda eve dönmek için verdikten sonra sigara ve alkol kokulu odamda hiçbir şeye ellemeden usulca yatağıma uzandım.
               Alışveriş merkezinin alt katında tam da yürüyen merdivenlerin karşısına konulmuş oyuncakçı dükkanından içeriye girdim. Bu mağazaları daima Hansel ve Gretel'deki cadının pastadan evine benzetmeme neden olan  , içerideki bir iki çocuğun reyonlara ve içerideki oyuncaklara bakarken sanki bir büyünün etkisindeymiş gibi mutlu ve bilinçsiz duruşlarıydı. Pembe renkli rafları takip ederek içerisinde rengarenk yeleli ve sürmeli gözleri olan beş atın bulunduğu kutuyu alarak direk kasaya yöneldim. Bu mekana her yıl sadece bir kere geliyordum ve her gelişimde ciğerlerim yanıyor , elime aldığım her kutu tenimi dağlıyordu. Ancak her yıl olduğu gibi melis yine gogo amcasını dün arayarak gereken siparişi benim hiçbir zaman kıramayacağım bir ses tonuyla vermişti. Hızla ödemeyi yaptıktan sonra kendimi mağazanın dışına atmam bir oldu. Kaçarcasına alışveriş merkezinden çıkmaya çalışıyordum , o son damlanında bardağa düşmesiyle sanki olduğum yerde avazım çıktığı kadar bağırıp gözyaşlarına boğulacağımı bildiğimden kaçıyordum. İnsanların benim böyle bozulmuş ve kokuşmuş olduğumu görmelerini istemediğim için kendimi temiz havaya fırlattım. Dışarıdaki karmaşa  , insan kalabalığı  , yoğun araç trafiği kafamdaki düşünceleri birer sis perdesinin içerisine saklamaya yetmişti. Metroya binip boğazın öbür yakasına geçerken batmamış olan güneş  , metrodan çıktığımda kendini engin denizlerin ardına saklamayı başarmıştı. Herbirinin kendine ait otoparkı ve bahçesi olan on onbeş katlı binaların arasından geçip , sessizliğe gömülmüş bir parkın ağaçlıklı patikasında ilerleyerek hızlıca hedefime ulaştım. Altında ufak bir market bulunan iki bloktan oluşmuş yüksek bir apartmanın girişindeki panelde bulunan , 122 numaralı zile bastım.
                      İçeriye girmemle sarı saçları iki tarafa örülmüş , üzerinde mavi fırfırları olan bir elbise ve altına beyaz mus çorap giyen , önden bir iki dişi dökülmüş şirin kız çocuğunun üzerime atlaması bir oldu. Onu kucaklayıp öptükten sonra , elimdeki kutuyla ilgili arkası kesilmez sorularını sormaya başladı  . İçeride sofrayı hazırlayan annesinin sinirlenip bağırmasıyla maruz kaldığım soru yaylımından kurtulup salondaki gri renkli üçlü koltuğa kendimi atmam bir olmuştu. Banu'nun masaya koyduğu sekiz tabaktan anneanne ve dedeninde burada olacaklarını anlamıştım. Kapının yeniden çalmasıyla melisin bir ok gibi yerinden fırlaması bir oldu. Kapıda patlattığı ''Annane'' çığlığını duyan bütün apartman sakinleri  misafirlerin kimliğini öğrenmişti . Apartman girişinde Okan'la karşılaşan yaşlı ikili eve girerken Banu ve Murat'ta salonun girişinde bu merasime eşlik ediyorlardı. İçeri girdiklerinde bende ayağa kalkarak onlara doğru ilerledim ve Selma teyzenin elini öpmek için eğildim. Sıradaki Mehmet Amca'nın elini öpmek için eğildiğimde direnerek beni yukarıya çektip yanaklarına götürdü. Okan'la da sarıldıktan sonra  oturduğumuz üçlü koltuğun tam karşısında ki berjerlerin birine Selma teyze , öbürüne Mehmet Amca oturdu ve konuşmaya başladı. ''Nasılsın Gökhan?'' sorusunu  bu kadar sert şekilde soran başka bir insan evladı var mıydı bu dünyada. ''İyiyim Mehmet Amca sizler nasılsınız?'' diyerek devam eden klasikleşmiş konuşmalardan Banu'nun bizi sofraya davetiyle kurtulabilmiştik. O akşam bizim için hazırlanan yemekleri yedik ve  Melis için hazırlanmış ve üzerinde bir deniz kızının resmi bulunan pastayı şen şakrak iyi doğdun bağırışları ve şarkılarıyla kestikten sonra hediye faslına geçildi. Melis'in bütün oyuncakları arayıp sipariş ettiği halde hala kutuları açınca yaşadığı şaşkınlık beni güldürmüştü. Kutuları açtıkça bize sarılıyor , öpücükler konduruyor , sevinçten yerinde duramıyordu. Son kutuda açıldığında bütün oyuncaklarını salonun ortasındaki halının üzerine serdi ve onlarla farklı dünyalara daldı. Bizde bu arada birer kahve içerek sohbete devam ettik. Yaklaşık yarım saat sonra Mehmet Amca ve Selma Teyze evlerine gitmek için ayaklandılar. Okan'la bizde izin istedik ancak Banu'nun şimşekleri üzerimizde patlayınca geri adım atmak zorunda kaldık. Yaşlılar evi terkettikten sonra dördümüz masanın etrafına oturduk ve Murat'ın bardaklarımıza doldurduğu şarabı yudumlarken sohbete başladık. Banu sanki gecenin başından beri bana bir şeyler söylemek istiyor gibi hamle yapıyor ancak bir türlü buna cesaret edemiyormuş hissi veriyordu. Alkol'ün kanımızdaki miktarı arttıkça konuşmalar maziye gelmeye başladı. O anda:
           - Gökhan  dedi Banu. Bu isimle bana hitab ediyorsa ya ben yine birşeyleri batırmıştım yada çok üzüleceğim bir konuşmanın başlangıcına giriş yapıyorduk diye düşünürken devam etti. Ben dün Özge 'yi gördüm. Daha doğrusu o beni aradı , geldi kahve falan birşeyler içtik. Havadan sudan bahsettik. Üzülmeni istemem ama sanırım yeni biriyle beraber ve haftaya evleneceklermiş. Bana da bu yüzden gelmiş. Kocası Ankara'da çalışan bir bürokratmış.Gelip Melis'in doğumgününü kutladı ve bizimle vedalaştı.
              Bunları bana söylerken sanki bir tepki verecekmişim gibi masada herkes gözlerini üzerime dikip beni izlemeye başladı. Oysa ben karmaşık bir duygu beni sardığı için hareket dahi edemiyordum. Sözler kulaklarımdan içeri girdikçe yüreğimdeki umut parçacığının ezilip ufaldığını hissediyordum. Gittiğinden beri bir iki ufak flörtüm oldu ancak kimseyi onun yerine koyamadım. Yatağımda her gece sarıldığım tek kişiydi. Artık ben nasıl uyuyacaktım , gece üzerime basan karanlıkta hangi limana çapa atacaktım. Fırtınalarda savrulurken kim artık elimi tutacaktı. Yanımda değildi ancak  , sanki ruhunun bir parçasını  eski günlerin hatırası adına benimle bırakmıştı. Anladım ki o Banu'ya aslında şöyle demişti.'' Gökhan'a söyle onda kalan eksiğimi almaya geldim. Bilsin ki bugün onuda alıp gidiyorum , benim için sadece bir isim artık. Herkes gibi  , herşey gibi sadece bir isim.''. Murat'ın kolunu boynumda hissettim ve kulağıma eğilip unut dedi. Unut olanları , insanları , anıları ,  herşeyi unut. Ölüm gibi , tıpkı bebekliğimiz gibi , bir balık gibi  bütün hafızanı sil , herbir anı zerreciğini süpür ve temizle. Ama maalesef üzeri boyanmış bir tuvali temizlemeye kalkarsanız , her renk birbiri içerisine girer , algılayamadığımız saçma bir şekil alırdı. Benim tuvalimin üzerindeki tek anlamlı parçada oydu. Ancak dün gelip bunları söyleyince anladımki  ıslak bir fırça darbesiyle o parçayı dağıtıp diğer renklere karıştırmıştı. ''Endişe etmeyin'' dedim kendimi bile kandıramayacak bir ses tonuyla. Hepimiz sustuk , sadece bardağımızda ki şarapları yudumluyorduk. Melis halının kenarına kıvrılmış bir kedi misali uykuya dalmıştı. Onun halini görünce müsade istedik ve kalktık. Kapıdan çıkarken Banu sadece üzgünüm diyebildi. Okan'la apartman kapısında sarılıp ayrıldıktan sonra geldiğim gibi ıssız parkın içerisinden geçerek metronun yolunu tuttum. Ben  önde ruhum iki adım arkamda apartmanların arasında ilerliyorduk. Arkamda tökezliyor , zar zor ilerliyordu. Ağladığını duyuyordum , bütün yol boyunca neden diye sordu . Hemen hemen boş metro vagonu içerisinde otururken oda tam karşımdaki boş yere yığıldı. Bana her bakışında gözlerinden yaşlar süzülüyor , elleriyle yüzünü siliyor , eğilip kusacakmış gibi öğürüyor , ara sıra kafasını arkadaki cama vuruyordu.Her bunu yaptığımda başımın arkasında bir sızlama hissediyor , kaş göz işareti yaparak onu uyarmaya çalışıyordum. O kadar sinirlendim ki aniden ayağa fırlayıp avazım çıktığı kadar Yeter diye bağırdım. Bir anda içerideki üç beş yolcunun dehşete düşmüş yüzlerinin bana doğrulmuş , korku dolu bakışlarla   beni inceledikleri için fark ettim ve hiçbir şey olmamış gibi yerime oturduğumda kendimi karşımda oturan ezik aciz ruhum bütün o karmaşık hislerini üzerimde bırakarak beni terk etmişti  .
                   Çevirilerin arasında kaybolmuş vaziyette çalışırken telefonum çaldı. Arayanı görünce heyecanlanmıştım ve hemen açtım. Sadece ''Olur. Gelirim'' diyerek telefonu kapattım. Akşam olmak üzereydi ve saate bakınca hazırlanmak için bir saatim daha vardı. Odama girdim ve lavabonun altındaki dolapta duran traş takımlarımı çıkartıp sinek kaydı bir sakal traşı oldum. Yan tarafta duran bez giysi dolabının fermuarını açarak içinden lacivert kazağımı ve yeni yıkanmış mavi kot pantolonumu alarak bir çırpıda üzerime geçirdim.  Büronun kapısını iki kere kilitledikten sonra yukarıdaki otobüs durağına doğru ilerledim. Beş dakika geçti geçmedi yeşil beyaz renkli otobüs tıslayarak durağa yanaştı.Yarım saat sonra olmak istediğim yerde onu bekliyordum. Biraz sonra yolun karşısından bana el salladığını gördüm ve bende karşılık verdim. Başına yine fransız beresini  ,altına da ispanyol paça bir pantolon giymişti. Yanıma geldiğinde etrafımızı çiçek kokan parfümünün kokusu sardı.
                     -Matinenin başlamasına bir saat var biletleri alıp bir şeyler yiyelim mi?
                     Olur  , benimde karnım acıktı. Bütün gün kahveden başka birşey girmedi mideme, dedim kafamla da onaylayarak. Biletleri aldığımız sinemanın arka sokağındaki döner ekmek satan büfeye gidip ayaküstü karnımızı doyurduk. On dakika kala sinema salonuna geçerek , bilet numaralarımızı kontrol ederek yerimize oturduk. Henüz ışıklar kapanmamış , insanlar yerleşmemişti ve biz muhabbet ederken bunların hiçbiri yoktu , boşlukta sadece onunla beraberdim. Bu üçüncü buluşmamızdı. İlk buluşmamızdaki o ürkeklik yerini iki serçenin cilveleşmesindeki cıvıldaşmalara bırakmıştı. Işıklar kapanınca düzeldik ve içerisinde aşkın yoğun işlendiği ağır aksak ve aslında genel olarak sıkıcı filmin sonunun gelmemesi için dua etmeye başladım. Çünkü bütün film boyunca kafasını omuzlarıma yaslamış , elini ellerimin arasında uzatmış  bir şekilde sonsuza kadar burada durabilirdim. Film bittikten sonra da ellerimiz birbirinden ayrılmadı. Hiç konuşmadan birbirimize çıkma telif etmiş , ikimizde bunu kabul etmiştik. Sinemadan sonra onu Gümüşsuyun'daki evine bıraktım. Kapıda yanağıma kondurduğu ufak öpücüğün etkisiyle bütün gece yatağımın içerisinde elimde ki Tolkien kitabından bir kelime dahi okumadan  öylece kalakalmıştım. Arka fonda çalan Sting şarkıları bile içinde bulunduğum düşler fanusunun içerisine giremiyordu. O öpücükten  tam bir yıl sonra günlük kıyafetlerimizle gittiğimiz Beyoğlu evlendirme dairesinde sadece biz dahil sekiz kişinin olduğu odada o meşhur deftere imzalarımızı attık. Elimize aldığımız kırmızı cüzdanı çantasına koyduktan sonra sabahın üçüne kadar evlendirme memuru hariç yedi kişi İstanbul'un altını üstüne getirdik. Sonrasında büronun yakınlarında tuttuğumuz iki odalı evin salonundaki uzun koltukta sabaha kadar seviştik. Saat bir gibi gözlerimi açtığımda hafızamda geceden pek fazla hatıra kalmamıştı. Ancak yanımda çırılçıplak uzanmış olduğunu görünce geceyi biraz biraz hatırlar oldum. Yavaşça elimi kusursuz teninin üzerinde kaydırarak beline bir sarmaşık gibi dolandım. Dudaklarımı açıkta kalan boynunun üzerinden usul usul dudaklarına götürdüm. Bir kedi gibi kıvrılarak kalçalarını tenime dayadı. Elimi vücudunun bütün kıvrımları üzerinde gezdiriyorum , sanki bir izci gibi en tahrik olduğu noktaları keşfetmeye çalışıyordum. Sırtüstü döndü ve elimi tutup çarşafı yavaşça aşağıya kaydırarak açıkta bıraktığı göğüslerinin üzerine götürdü. Dudakları beni kendine çekti ,  birbiriyle dans eden iki kuğu misali dillerimiz oynaşmaya başladı . Boynuma sarılıp beni üzerine çekerek bacaklarını araladı. Sonsuz bir istekle içine girdiğimde ıslaklığı iliklerime kadar işlerken iki eliyle sırtımdan kavramış , var gücümüzle birbirimize sarılmıştık. Sona yaklaşırken başını hafifçe geriye doğru attı ve içerisinde tuttuğu nefesi kesik bir çığlıkla beraber boşluğa bıraktı. Bir iki dakika sonra bende alnımdan terler süzülürken bir titremeyle , kasılmaya başladım.
                       Metrodan inip otobüs durağına kadar nasıl şuursuzca geldiysem , otobüsede aynı şuursuzlukla binmiştim. Otobüs duraklarda durdukça kafam bir ileri bir geri sallanıyor , zaten karmaşık olan herşey dahada birbiri içerisine giriyordu. O kadar dalmıştım ki neredeyse ineceğim durağa gelmekte olduğumuzu fark etmedim. Panik içinde yerimden fırlayıp kapının oradaki barda bulunan düğmeye son anda    yetişebildim.  Ağaçlı yoldan eve giderken bakkal kapanma hazırlıklarına başlamış , dışarıdaki kasaları içeriye taşımıştı. Evin siyah demir bahçe kapısından girerken çocukluğumda kapıda yatan büyük kahverengi bir koli kırması olan Manço geldi aklıma. Mançoyla  tanışmamız onu ilk dedemlere geldiğimde ana bina kapısında yatarken gördüğümde oldu. O kadar büyüktü ki gözlerimi ondan alamıyordum .   Bir an göz göze geldik ve    bana hafifçe dudaklarının arasından dişlerini göstererek hırladı. Korku bir anda ufak kalbimi bir kuş misali pırpır ettirirken hızla gerisin geriye kendimi demir kapıdan dışarı attım. Annem oğlum birşey yapmaz desede Manço beni sevmemişti. Daha sonra bir iki kere daha aynı şekilde tehditlere maruz kaldıktan sonra anladım ki korkumu gözlerimden anlıyordu. Tıpkı hastanede uyandığımda hüznü ve nefreti Özge'nin gözlerinde gördüğüm gibiydi. Bende bir daha hiçbir zaman Mançonun gözlerine bakmadım , hatta aşağıya ekmek almaya giderken eğer kapıda yatıyorsa kafamı gökyüzüne çeviriyor ve merdivenleri korkuluklara tutunarak dikkatlice çıkıyordum. Şuan burada olsaydı gözlerinden gözümü kaçırmaz ve beni buracıkta parçalaması için onu sinirlendirecek her şeyi yapardım. Hayatımın anlamının kalmadığı bu gecede beni neyin öldürdüğünün hiçbir önemi yoktu. Etimden parçalar kopartırken çekeceğim acı eminim şu an çektiğimin yanında bir sinek ısırması gibi kalırdı. Ana kapıyı anahtarımla açtıktan sonra ittirmeye çalıştım fakat o kadar ağırdı ki bu eski apartman bile sanki bana sırt çeviriyordu. Bütün bedenimle yüklenerek ittirdiğim kapıdan girdim.
                               Salondaki kanepeye uzandım , gözlerimi duvara dikip o geceyi düşünmeye başladım. Pişmanlıklar birer mızrak olmuş tıpkı Çarmıha gerilmiş İsa'nın böğrünü deşen Romalı Lejyoner misali kalbimi alttan alttan deliyordu. Sanki yağmurun ilk  damlası suratıma vurduğu zaman ki gibi yavaşca şakaklarımdan akan gözyaşıyla  hıçkırarak , bağırarak, ağlamaya başladım. Öyle ki durduramıyordum kendimi , onunla yaşadığım her dakika tek tek gözlerimin önünden geçiyordu. Bu gece bitmeyecek olan bir acı fırtınasının içinde ,sığınacak yerim olmadan geçecekti.  Bu acıların içerisinde telefonum durmadan çalıyor , üstüste ışıkları yanıp sönüyor , odaya loş bir ışık salıyordu. Bir ara kapının çaldığını duydum ,  aldırmadım. Sonradan kapıdan bir gürültü gelmeye başladı , Gökhan!!!! Gökhan !!! diyerek kapıya vuran Okan'dan başkası değildi . Kendime gelip kapıyı açmak için ayağa kalktım. Okan  korku ve panikten sararmış bir yüz ifadesiyle pervaza dayanmış bekliyordu ama beni kapıda görünce rahatlarcasına öne doğru yığıldı.'' Ağzına sıçayım senin. Senin ağzına sıçayım. Az daha kapıyı kıracaktım.'' dedi sesi titreyerek. Gözlerimden akan yaşları silerken ''Bok kırarsın '' dedim. İçeri geçip koltuğa oturdum , kırmızı beyaz sigara paketinden bir tane çıkartıp yaktım. Öylesine derin çektim ki bir öksürük tuttu beni. Hem öksürüyor , hemde paketten çıkardığım diğer bir sigarayı Okan'a uzatıyordum. Yan yana oturup sanki  yirmibeş yıl önce bir bankta yada duvar üzerinde oturduğumuz anlarda olduğu gibi hiçbir şey konuşmadan ama aslında çok şeylerden bahsederek  oturup sigaralarımızı içtik. Söndükçe paketten birer tane sonra birer tane  daha çektik. İçerisini pis kokulu puslu bir hava kapladı.
                            -Artık bitti , dedi. Hayatından gitti ve sen buna alışmalısın . Hiçbir şey senin suçun değildi. İsteyerek yapmadığın bir şeyin cezasını sonsuza kadar çekemezsin. Zaten yeterince bedel ödedin. Bundan sonra yolunu çiz. Bir de bana bak benim sevecek hiç kimsem olmadı bile.
                            Yüzüne baktım  , gerçekten kimsesi olmamıştı evde onu bekleyen yaşlı annesinden başka. Çok çirkin değildi ama kızlara karşı hep tutuk olmuştu. Bir kızla konuşurken kilitlenir kalırdı. Gençken gittiğimiz Karaköy'deki kerhanede girdiği odada ki orospunun karşısında bile tutulmuş kadında bunu anında dışarı koyuvermişti. O gün onunla adice dalga geçtiğim için bir an kendimden utandım. Özge'yle Banu Okan'ı evlendirmek için zamanında can hıraş çalışmalar yapmışlardı ama nafile çabalar olarak kaldılar. Bir ara homoseksüel olduğundan şüphelenip onu derin bir sorguya bile çektim ancak cevabı ''siktir git''oldu. Anladım ki ne ibneydi ne çekingen , aseksüeldi. Hiçbir zaman seksten hoşlanmamıştı. Bu yüzdende kalbi hormonlarının etkisine girmeden bir ömür geçirdi. Bir süre bakıştıktan sonra gözlerine baktım.'' Ne yapacağım ben şimdi .Bu ev , bu şehir , insanlar beni eziyor. Ne yapacağım . Tek bir umudum vardı  , oda beni terketti bu gece.Söyle bana . Ölmem gereken o gece kader benim kalemimi kırdı ve beni yaşarken idama mahkum etti. Ne ölebiliyorum , ne yaşayabiliyorum. Bir metronom sarkacı misali bir oraya gidiyorum , bir buraya gidiyorum hiçbir zaman bir tarafta kalamıyorum. ''
                          -Yaşayacağız , dedi . Sende bende sadece yaşayacağız. İstemediğimiz işleri yapacağız , istemediğimiz mekanlarda olacağız , istemediğimiz yemekler yiyeceğiz , hayatımıza istemediğimiz insanlar girecek ama biz yinede yaşayacağız.

                            Özge'nin akademisyen kadrosu gelmiş ve öğretim görevlisi olmuştu. Benimde işlerim gayet iyi gidiyordu . Bir iki Japon yazarın kitabının çevirisini yapmıştım ve bu sayede iyi para kazanmıştım. Rehberlik hizmetleri , tercümeler de iyi gelir getiriyordu. Bu paranın ve  birazda abimin Londra'dan yolladığı para yardımıyla oturduğumuz dairenin yakınında ufak bir daire satın aldık. Daire eski evimizden ufaktı ki taşındığımızda evin içerisi tıka basa kitaplar  , plaklarla dolmuş  , 45'lik çalarımı bile yer yoksunluğundan salonun köşesindeki kitapların üstüne oturtmuştum. O ve ben  birbirimiz için seçilmiş insanlardık , mutluyduk ve bu küçük evin içinde her gece sevişiyor , tıpkı ilk günkü aşkla sarılıp yatıyorduk. Evlenme yıldönümümüzün üzerinden iki ay geçmişken bir akşam Özge heyecanla normal saatinden bir saat önce eve geldi .  Salonun kenarındaki çalışma masasına henüz oturmuş önümde serilmiş olan çeviriye   başladığım sırada içeri heyecanla girip boynuma sarıldı. ''Müjde istermisin?'' dedi , elinde  tuttuğu plastik  çubuğu bana doğru uzatırken. Kalkıp dudaklarına yapıştım ve onu kucakladım. Dokuz ay öyle çok da ağır geçmeyen bir hamilelik döneminden sonra özel bir hastanedeki lüks  odada ,  pazar günü öğleden sonra misafirimiz teşrif etti. Annesinin yanına yatırdıklarında buruş buruş ufacık elleri kıpırdıyor , gözlerini açamadan dudaklarını kıpırdatıyordu. Annesi sevgi dolu gözlerini ondan bütün gece ayıramadı. İlk kez  yanına yatırdıklarında sevincinden gözleri dolmuştu. Özge'nin kardeşi memleketi olan Artvin'den bize yardım için geldiğinden bana yapacak iş bırakmıyorlardı. Ben sadece getir götür işleriyle uğraşıyor , bazende Özge'nin banyo ve öbür ihtiyaçlarında yardım ediyordum. Evde ufaklık için salonun kenarında bir köşe hazırladık. Kendi odası vardı ancak annesi salonda onunla bütün gününü geçirmek istemişti. Evlendiğimizden beri ilk kez bu kadar ayrı yatıyorduk ama onun mutlu olması benim için herşeyden önemli olduğu için bunu pek kafama takmıyordum. Zaman bir akarsu akışı hızında ilerlerken kızımda önce emeklemeye , sonra yürümeye ve sonrada konuşmaya başladı. Özge'nin bu kadar anaç olması beni şaşırtıyor  , tam bir adanmışlıkla onunla ilgileniyor , onunla vakit geçirmekten çok zevk alıyordu. Bütün gün iş yerinde çalışıp sonrada gelip çocukla ilgilenince çoğu geceler daha yatağa ulaşamadan onu salondaki koltuktan yada çocuğun odasında beraber uyurken buluyordum. Ufaklık büyüdükçe bütün eşyaları tek tek elden geçirmiş , evin içerisindeki her kovuğa ulaşmıştı. Artık evde onun bilmediği tek bir köşe dahi kalmadı.
                                Büroda olağan bir günün akşamına doğru çevirileri tamamlayıp eve doğru yol alırken şu her yerde mantar gibi açılan marketlerden birine girip içerisinden oyuncak çıkan çikolatalardan bir kutu aldım. Değiştirmediği üstünden ve kızın elinde tuttuğu lolipoptan Özge'ninde eve yeni girdiğini anladım. ''Canım naber.'' dedi ve yanağıma ufak bir öpücük kondurdu. Sonra ekledi;
                               -Haftaya Avusturya'ya gitmeliyim . Viyana'da büyük bir felsefe konferansı var.
                               -Kaç gün kalacaksın?
                            - Pazartesi sabah uçacağız , perşembe akşam döneceğiz. Otel  , uçuş bilgilerini mail atmışlar.
                              Başımla onayladıktan sonra '' Bizde kızımla beraber kalırız. Ne kadar eğleneceğimizi tahmin bile edemezsiniz.''
                              Pazartesi sabahı elinde ufak bir bavulla arabaya bindik ve Yeşilköy'ün yolunu tuttuk. Yolda bana çocukla ilgili dikkat etmem gereken hususları tekrar tekrar söyledikten sonra sımsıcak dudaklarıyla bana ateşli bir öpücük vererek aracın kapısını açıp ana giriş kapısına doğru yürümeye başladı.. Uykum kaçmış   , sabahın ilk ışıklarına kadar yatakta oturup onu izlediğim gibi durup arkasında izledim.'' Otele gidince beni ara.''diye bağırdım giriş kapısının büyük otomatik kapısı ardından kapanırken. Öğlene kadar uykusuzluk beni hırpalamış , sersem gibi büroda gelenlere laf yetiştirmeye çalışmıştım. Saat bir gibi Murat aradı. Sesi heyecandan titrerken '' Bro , bende baba oluyorum. Banu hamile..'' diyebildi. Çok iyiydi ,  bunu kutlamak lazımdı , '' Bu akşam kızı da al bize gel , Banu kutlama için balık pişirecek .Ok.'' .''Tamam '' dedim . Akşam üstü bürodan çıkıp eve girdiğimde ,  bakıcı minibüsü kaçıracağı telaşıyla başörtüsünü bile tam olarak bağlamadan hızlıca çıktı. Kıza televizyonda bir çizgi film açıp  , biraz kendime gelmek için banyoya girdim . Çıktığım zaman o kadar rahatlamış ve dinlenmiş hissediyordum ki sanki ataktan daha yei kalkmış gibiydim. Arabanın anahtarlarını portmantonun kanca şeklindeki askısından alıp evden çıktık. Akşam trafiğinin keşmekeşliği içerisinde arabada çalan Santana'nın Beatles coverı while my guitar gently weeps'in hüzünlü ritmine kaptırdım kendimi. Arkada üzerine kırmızı montunu giydirdiğim kız sağdaki çocuk koltuğuna bağlı dışarıdaki araçların içini inceliyordu. Yaklaşık bir saat süren yolculuktan sonra Kozyatağı levhasından içeri girip yolun sonuna doğru kendime aracı park edecek bir yer aradım. İleride siyah bir sedan araçla çöp bidonu arasındaki boşluğa bir iki hamlede ucu ucuna arabayı yerleştirdim. Araçtan elli metre ileride ki yüksek binanın beton çiçekliklerin arasındaki yoldan ilerleyerek ulaştığımız ana giriş kapısının yanındaki gümüş rengi ve üzerinde tek tek isimlerin yazılı olduğu panelden Banu-Murat Sakallı adının olduğu 122 numaralı zili çaldık. Daireden içeri girerken burnumuza çalınan kokudan olsa gerek , elime yapışıp baba ben acıktım dedi.
Selamlaşma faslını alelacele geçiştirdikten sonra  , Banu beklemeden bizi yemek masasına davet etti. Menüde ızgara levrek  , yanında ince kesilmiş sumaklı soğan salatası , on-onbeş adet açılıp yanında limon dilimleriyle servis edilen midye dolmalar ve ortada bir tabak dolusu kalamar kızartması vardı. İçki olarak ta bizler için alınmış bir büyük rakı ve ufaklığa alınmış vişne suyu kutusu masanın ev sahibesi tarafına konulmuştu. Bütün yemek boyunca sevinçten ağzı kulaklarına varan Murat'ın tekrar tekrar haberi aldığı anda ki tepkisini ballandıra ballandıra anlatmasını dinledim. Sonra konu bebek bakımı ve benzeri konulara , oradan da hamilelik dönemiyle ilgili muhabbetlere kaydı. Saatin oniki olduğunu görünce üçüncü dubleyi fondip yaparak ayağa kalktım.
                           -Artık gitmeliyiz . Saat onikiyi geçti yarın sabah girmem gereken bir toplantı var.
                           - Bence burada kalın bu akşam geç oldu ve bu halde yola çıkma.dedi Murat endişeli bir şekilde. '' Ben iyiyim Bro. Zaten bu saatte trafik sakindir.'' Çocuğun ayakkabılarını giydirirken yemek için teşekkür edip  asansöre yöneldim. Aşağıya inerdiğimizde ,  ayakta durmakta güçlük çeken kızımı kucaklayıp hızlı ama dikkatli adımlarla arabaya yürümeye çalıştım . Uyku , kanımdaki alkolle birleşince göz kapaklarım iyice ağırlaşmış bir şekilde kızımı aracın sağ arka kapısından oturtup kemerlerini bağladım. Kontağa bastıktan sonra  gecenin rengine uygun şarkılar çalan bir radyo istasyonunu açtım. Ana yola çıktıktan sonra Şişli çıkışına kadar akıcı bir trafikle beraber geldik .Uyku artık iyice beni yoklamaya başlamıştı ama yolumuz az kaldı diyerek dikkatimi yola vermeye çalışıyordum. O anda radyoda benim en sevdiğim parçalardan biri olan Sorry seems to be the hardest word 'ün çalmaya başlamasıyla kendimi yemyeşil ovaların ortasında koşarken buldum , ovada sıra sıra dizilmiş tarlalar sanki yazın etkisiyle yavaşca yeşilden sarıya dönüşmeye başladılar. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda güneş tüm gücüyle ovayı kavuruyor , masmavi gökyüzünde bir tane bile buluta müsaade etmiyordu. Garip bir şekilde tarlalar sarıdan kırmızıya çalan bir renge dönüşmeye başladılar. Bu  rüyadan kulaklarımı yırtan korna sesiyle çıkarken gözümdeki puslu perde kalkmaya başladı ve kavşağın ortasına doğru ilerlerken sağ tarafımızdan süratle bize gelmekte olan çöp kamyonunu fark ettim. Var gücümle arkaya uzanıp çocuğun ellerini yakalamaya çalışırken darbenin etkisiyle yana doğru savruldum. Bu sırada patlayan camdan mermi hızıyla fırlayan  parçalar kızımın vücuduna saplanıyor , incecik derisini parçalıyorlardı. Bir konserve kutusunun ezilmesi gibi tavan büyük bir gürültüyle çocuğun üzerine katlanmaya başladığında ezilen küçüçük bedeninin acısıyla attığı çığlıkla sanki kalbimi söküp göğsümden dışarı almışlar gibi avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Bir iki saniyelik aradan sonra gelen ikinci bir darbeyle kafatasımın arkasında hissettiğim sıcaklık  , öne yüzüme doğru kaymaya başladı ve gözlerimin önüne bir perde serdi.
                            Beyaz bir fona bakıyordum  . Birilerinin derinden gelen konuşmaları giderek yakınlaşıp  , netleşti. Bu sesi tanıyordum;
                             -Uyanıyor , dedi abim ellerimi avucunun arasına almış bir şekilde. Daha net görebiliyordum artık. Abim başucumda uykusuz gözlerle bana bakıyor , Özge hemen odanın sol kenarında duran suni deri kaplı koyu yeşil tek kişilik  koltuğun üzerinde oturuyordu. Gözlerimi açtığımı görünce yorgun olduğu her halinden anlaşılan bedenini yerinden kaldırıp yanıbaşıma geldi. Kaburgalarımdaki ağrı bana engel olamaya çalışsa da ; kurumuş ve takatsiz dudaklarımla ''kızım'' diyebildim. O anda Özge 'nin gözünde hüzün ve nefretin bir arada olduğu bir bakış belirdi. Ne demek istediğini anlamış olduğumu düşünmüş olmalı ki hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp odadan dışarı çıktı. O an anlamıştım.
                             Kaderimin bana bir öğleden sonra verdiği o muhteşem hediyeyi kaybederken  , hayatımdaki bütün güzellikler bir bir bütün ağırlıklarıyla üzerime devrilmişlerdi.
                             
                                                                          SABAH

                           Kaçmalıydım bu şehirden  , hergün burada gördüğüm suratlar  , beni her gördüklerinde günahımı yapışkan , vıcık vıcık bir balcık gibi yüzüme sürüyorlar, ne yaparsam yapayım bu pislikten kurtulamıyor , ellerime , kıyafetlerime her yere bulaştırıyordum. Kaçmalıydım , beni hiç tanımayan insanların yaşadığı bir yere kaçmalıydım.  Gümüşsuyunda ki evime doğru kalabalık , karmaşık , karamsar insan topluluklarının arasından geçerek gidiyordum. Boynuma doladığım kırmızı atkımın geriye attığım ucu boğazdan yukarıya doğru ellerini uzatmış rüzgarın etkisiyle bir bayrak misali arkamda kanatlarını çırpıyor , sanki bana yetişmeye çabalıyordu. Eski model mavi bir minibüs yokuşu tırmanmak için var gücüyle  çığlık atarak yukarıya çıkarken bende bu akşam bulaşacağım keskin çene hatlarına sahip , çokta uzun olmayan ancak yaşına göre atletik bir vücuda sahip  , anatomisine uygun olmayan bir biçimde son derece yumuşak ve kibar konuşan  , lise arkadaşım Kenan'ı düşünüyordum. Lisenin son sınıfında  önceki iki buçuk yıl hiç dikkatimi çekmemiş bu çocuk uğraşlarıyla kalbimi kazanmayı başarmış  ve üniversite sınav sonuçları açıklanana kadar sürecek beş aylık bir flört dönemi yaşamıştık. Sınavdan sonra her lise öğrencisi gibi okula gidiş gelişlerimiz yerini öğlene kadar uyumaya, geceye kadar sokaklarda gezerek , kalbimizin kelebekleri başka başka çiçeklere konmaya başladığında iliskimizi sona erdirmek kararı almıştık. Aradan onbeş yıl geçtikten sonra bir Kadıköy'de kafede karşılaşmış , sonra ki üç aylık sürede sık sık görüşme imkanı bulmuştuk.  Apartmanın yuvarlak merdivenleri aşağıdan bakıldığında insana sanki bir salyangozun içerisinde gökyüzüne yükseliyormuş hissi veriyordu..Her katta insanların kapılarında bulunan ayakkabılarından hayatlarıyla ilgili fikir yürütmeye çalışıyordum  ve özellikle üçüncü katta bulunan sarışın kadının topuklu  , griye çalan , önündeki ve topuklarındaki suni deri parçaları zedelenmiş ve rastgele çıkarılmış olduğu belli ayakkabılarını sadece gündüz saatlerinde gördüğüm için ,  onun gece bir barda yada pavyonda çalıştığını söyleyebilirdim. Beşinci katın kapısına geldiğimde geldiğimi elimi cebime uzattım ancak anahtarımın orada olmadığını  , sabah onu evde unuttuğumu hatırlayarak kardeşimin içeride olması için dudaklarımda dualarla kapıyı çaldım. İçeriden kapıya doğru yükselen ayak sesleriyle rahatlamış bir şekilde ayakkabılarımı çıkarmaya hazırlandım.
                               -Hoşgeldin ,abla.diyerek üzerine akşam yatarken giydiği pembe çiçekli pijamalarını çıkarmamış ve daha yeni sarıya boyadığı uzun saçları hala yataktan kalktığı gibi dağınık bir şekilde arkasını dönüp tekrar salonda televizyonun karşına geçti. Bakışlarımdan ne söyleyeceğimi anlamış olacaktı ki devam etti '' Dün birinci vizeler bitti . Benimde devamsızlıklarım vardı , kendime tatil verdim. Sabahtan beri burada yatıp televizyonda salak salak evlilik programları izliyorum.'' . Hiçbir şey demeden koridorun en sonundaki yatak odama doğru ilerledim. Sabah telaşla işe yetişmeye çalıştığım için yatağım dağınık kalmış , kıyafetler odanın her yerine gelişi güzel atılmıştı. etrafı toplarken o akşam için neler giyineceğimi kafamda geçiriyordum  , ne de olsa bu kocaman şehrin en seçkin mekanında yemeğe çıkacaktık. Etrafı topladıktan sonra dolabımdaki kıyafetleri gözden geçirmeye başladım ve o sırada gözüme  üzerinde ufak çiçekleri olan fırfırları boyun kısmından derin göğüs dekoltesine kadar ulaşan krem rengi elbisem takıldı. Bu elbiseyi ilk giydiğim akşam gittiğimiz yemekten sonra barın yolunu tutmuş ve kafamız iyice olana kadar eğlenmiştik . Eve geldiğimde kendimi aynada gördüğümde hiç hissetmediğim kadar seksi olduğumu düşünmüş ve bir anda kollarına atılıp sabaha kadar sürecek bir çiftleşme seramonisinin başlangıcını yapmıştım.  Ancak uzun zamandır hiç kimseye beslemediğim bu hisleri bu akşam Kenan için beslememde pek mümkün değildi. O yüzden hemen yanında asılı düz siyah biraz daha sonbaharın ortamına uygun elbisemi alarak son bir gözden geçirdikten sonra dolabın kapısını kapatarak hazırlanmaya başladım.
                                  Akşam saat 7:30 sıralarında gelen çağrıyla kardeşime ''Ben çıkıyorum , saat 12 gibi gelirim '' diyerek yuvarlak merdivenleri dikkatli bir şekilde inerken sarışın kadının ayakkabıları yerinde yoktu. Aşağıda beni bekleyen taksinin arka kapısını açınca siyah takım elsibesinin üzerine giydiği gri dar kesim pardösüsüyle Kenan bana gülerek merhaba dedi. Yanaklarından öpmek için uzanırken karşılık verdim '' senden naber , bekletmedim ya''.
                                 -Yok hayır , hiç beklemedik . Bir kadından beklenmeyecek bir performans sergiliyorsun bu akşam. dedi  araba hareket ederken. Araç